Pazar, Mart 10, 2024

Aile Albümleri Ne Yapılmalı?

Dün akşamüstü kuzenim bir fotoğraf gönderdi.
Fotoğrafın ortanca dayımın müthiş düzenli ve geniş kapsamlı bir koleksiyon gibi olan  kutularından çıkmış olduğu besbelliydi.
Fotoğraf hakkında kısaca konuşurken, dayımın oğlu babasının vefatından beri hep düşündüğü konuda benzer şeyleri söyledi "evi ne yapacaksın sorusundan daha önemlisi evin içindeki eşyaların ve anıların ne olacağı, kimin için saklanacağı veya belki de saklanmalı mı?"

Daha önce konuştuğumuzdakine benzer sözler söyledim, dedim ki bu fotoğrafların, eşyaların, anıların senin için benim için dayımı tanıyan yakınları için anlamı var. Biz  gidince, onu doğrudan tanıyan torun vb ikinci nesilden şans eseri ilgilenenler de gidince kimin için ne anlamı olacak bu kalanların?
 
Sabah annemle kahvaltı yaparken ona gösterdim ilk olarak. Ne yazık ki gözündeki ilerlemiş sarı nokta nedeniyle, ne kadar büyütsem de ayrıntıları göremedi, benim anlattıklarımla yetindi.

Kardeşime ve çocuklar yeğenler grubumuza gönderdim sonra. En büyük ilgi kardeşimden geldi haliyle, çocuklardan bir iki cılız "ne kadar gençler!" beğenisi ve kalp aldık, konu kapandı.

Dayılarıma, teyzeme ve kuzenlere de gönderdim. 
Fotoğrafta o sırada henüz on yaşında olduğu için bulunmayan küçük dayım cevap yazdı:
"Sanıyorum gazino benzeri bir yere gitmişlerdi. O dönem ses sanatçılarını dinlemek için öyle şeyler yapılırdı. Fotoğrafı biliyordum ancak onyıllardır görmemiştim. Annen, teyzen daha iyi hatırlar."
Teyzeme tekrar sordum, kısa cevap geldi:
"Zannediyorum Gar gazinosu veya Karpiç, hey gidi gençlik."
Beş dakika sonra fotoğraf biraz daha incelenmiş olmalı ki şu cümle eklendi: 
"Annenin boynundaki yaprak kolyeyi İstanbul’dan dayın getirmişti."
Ortanca dayımın kızı vefat eden babasının gençlik fotoğrafını görünce "babamı çok özledim" yazdı.
Teyzemin kızları "çok güzel fotoğraf" dediler.

 


Fotoğraf 8 Eylül 1956'da Ankara'da çekilmiş.
Soldan başlıyoruz, ortanca dayım N. 25 yaşında, teyzem P. 16'sında, annem İ. 22 olmuş, büyük dayım İ. 27 yaşında.
Fotoğrafta olmayan küçük kardeş O. 10 yaşında olduğun için gezmeye götürülmemiş belli ki. 

Pazartesi, Mart 04, 2024

Be the reason someone smiles TODAY

Aklım bir karış havada gibiyim, sanmayın ki bahardır şudur budur... 
Bir dalgınlıktır oldu, muhtemelen sabahberi aklımda dolaşan tilkilerin kuyrukları birbirine dolandı  ve sonrası festival.

Olan şu; öğlende pilatese giderken taytımı tişörtümü koyduğum çantayı almadan çıkmış olduğumu kırk dakikalık yürüyüş sonunda tam da stüdyoya ulaşmama ramak kala fark ettim. 
Ahhh! Ne yapacağım şimdi?

O noktada hızla düşündüm; haydi paraya kıydım, taksi buldum, atladım eve geldim ve de döndüm diyelim, derse yetişemem mümkünü yok, hiç olacak gibi değil. 
Ne yapabilirim başka? Hocamın yedek kıyafeti vardır desem, kızcağız benden hayli ince ve ufak o da olmaz.

En iyisi şuradaki her şeyin satıldığı mağaza zinciri P.'ye gireyim, pamuklu tayt vardır umarım, bir de tişört bulursam... 
İyi de bu fiyatlar ne böyle?...
Şurada şort tişört pijama takımları varmış, bak onların fiyatları biraz daha makul, en azından bir tayt fiyatına takım alabiliyorum, hem zaten ihtiyacım da vardı.
Haydi bakalım, aldım çıktım da stüdyoda salonda herkesin ortasında yazlık pijamayla nasıl egzersiz yapacağım acaba?

Hocam salonda, benden önceki öğrencisiyle ayaküstü konuşuyor, yanına yanaşıyorum "M.ciğim bişey soracağım, bugün dersi salonda değil de odalardan birinde yapsak?" diyorum.
Olur tabii diyor, ekliyor "ne oldu, bişey olmuş, can sıkıcı bir şey değildir umarım". 

Olanı söyledim haliyle, spor kıyafetimi unuttum, onun yerine pijama aldım, şurada herkesin ortasında pijamayla salınmayayım. 
Pijamamı giydim, odalardan birine geçtim, hocam geldi ve çalışmaya başladık. 
Arada kıyafetime gülerek ve ders sonunda da anı fotoğrafı çekerek çalışmayı tamamladık.



İşte açılışını spor salonunda yapan pijamamın üstü,
"Bugün birisinin gülümseme nedeni ol"  diyor ya, başta kendim olmak üzere, epey bol gülücük sayesinde oldu.

Cumartesi, Şubat 24, 2024

"CANAVAR" mı?


 

Dün gece MUBİ'de Japon yönetmen Hirokazu Koreeda'nın 2023 tarihli son filmi  Canavar / Monster 'ı seyrettim. Film, 2023 Cannes Film Festivalinde En İyi Senaryo ödülü almış. 

Koreeda filmlerinde çoğunlukla kendi yazdığı senaryoyu çeken bir yönetmen, bu defa senaryoyu Yuji Sakamato yazmış. Filmin müziklerini yakın zamanda hayatını kaybeden efsane besteci Ryuichi Sakamoto yapmış. Hemen buraya filmin soundtrackinden bir bölüm ekleyeyim, dinleyiniz. 

Filmde ilkokul öğrencisi iki çocuğun, aile, öğretmen, okul yönetimi bağlamında yaşadıkları anlatılırken, bir binanın yangınıyla başlayan filmi adeta üç kez al baştan izler gibi oluyoruz; önce annenin yaşadıkları, sonra öğretmenin ve çocukların hikayesine tanık oluyoruz. Bütün bu akış içerisinde olayın biz izleyenlere baştan anlamsız ya da kopuk gelen taraflarını çözmeye, kimin "canavar" olduğunu anlamaya başlıyoruz. 
Aile, okul, öğretmen yani yetişkinler dünyası sistemle olan bağları nedeniyle masum değiller, sadece çocuklar bunun dışında kalmaya ve kendilerini gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Film bana bu sene izlediğim iki başka filmi anımsattı. İlki  Lukas Dhont'un filmi Close / Yakın, diğeri geçenlerde seyrettiğim İlker Çatak'ın filmi Öğretmenler Odası. 
Canavar, diğer iki filmin konularıyla paralellik taşımasının yanı sıra, günümüz insanının yaşananların görünen yüzü ile gerçek arasında kaldığı ve kuşkularına ya da önyargılarına esir olduğu fikrini çağrıştırdı.

Filmin son sahnesinde çocukların güneşli kırlarda özgürce koşmaları (ki, Close ile ilginç bir paralellik ya da benzerlik daha!)  onların kendileri olmak arzusunu ve buna dair umudu gösteriyor düşüncesindeyim.

Gereksiz bir not:
Filmin yazısını Her Güne Üç Güzel Şey'de yazıyordum, baktım ki yazdıkça uzuyor buraya aktardım.

Çarşamba, Şubat 21, 2024

"Şimdi bir şeyleri doğru yaptım diyebiliyorum"

Bu sabah saçımı boyatmaya gitmiştim. İşin en sıkıntılı kısmı boyanın tutması için geçecek süreyi beklemek bana sorarsanız. O sırada cep telefonundan bir şeyler okuyordum. BBC'de bir haber gördüm ve yakın zamanda okuduğum Johann Hari'nin depresyon hakkındaki kitabı "Kaybolan Bağlar" aklıma geldi. 

Konuyu yazıdan alıntı yaparak şöyle özetleyeyim: 
Almanya’da yaşayan Marius Werner, isimsiz bir kök hücre bağışıyla bir İngiliz doktorun, Nick Embleton'ın hayatını kurtardı. Genç Alman, bu durumun intihara meyilli hissettiği bir zaman diliminde kendisini de hayatta tuttuğunu söylüyor.
Haberin tamamını okursanız göreceğiniz üzere, işte bu ifade, tam da Johann Hari'nin sırayla incelediği depresyondan kurtulma yollarından birisine denk düşüyor; insanlara yardım etmek, işe yarar bir iş yaptığını görmek, hayatta varlık nedeni olan bir insan olduğunu hissetmek. 

Aslında kitabı geçen ay okumuş bitirmiştim, hakkında yazmak kısmet olmamıştı, bugün denk gelince, yazmadan geçemedim.
Kitabın tümünü özetlemek olacak iş değil, ancak kendisinde veya yakın çevresinde depresyon yaşayanların okumasını önerebilirim. Kitapta depresyonun nedenleri, yaşadığımız rekabetçi toplumun kaygıları nasıl tetiklediği, yaşama amacı denen kavramın içinin boşalmasının sonuçlarını bir bütün halinde, sistematik ve çözümleyici, anlaşılır şekilde bulmak mümkün. 
Modern toplumların yarattığı bu tür sıkıntıları ilaçla tedavi ettiğini sanan bilimin eksiklikleri ve sonradan ortaya çıkan gerçekler de anlatılanların içerisinde yer alıyor.




Son sayfadaki son paragrafı yazayım izninizle, belki kısaca yazdıklarım hakkında biraz daha net fikir vermiş olurum. (Sf. 316)

"Genç halime bunu söylemek isterdim. Şimdi etrafındaki diğer yaralı insanlara dönüp onlarla bağ kurmanın, bu insanlarla birlikte bir ev  -birbirinize bağlı olduğunuz, hayatlarınızda beraberce anlam bulduğunuz bir yer-  inşa etmenin bir yolunu bulmalısın.
Çok uzun süredir kabilesiz ve bağlantısız yaşıyoruz.
Hepimizin eve dönme zamanı geldi."


Cuma, Şubat 09, 2024

Peki bu sergilenenler normal zamanda nerde duruyorlar acep?

diye düşündük ve bir süre sonra bu soruyu birbirimize yüksek sesle sorduk. Hatta, bir aşamada sergiyi gezen bizim gibi iki arkadaşla kafa kafaya verip bu konuda fikir yürütür gibi olduk.

Lafa ortasından başladım, şimdi başa alıyorum.
Her Güne Üç Güzel Şey'de yazmıştım, Çarşamba günü sevgili Sezer ile buluştuk ve ARTER'de Ocak ayında açılmış olan ve Ömer Koç'un kişisel koleksiyonundan oluşan Farz Et Ki Sen Yoksun başlıklı sergiye gittik.
Öylesine  her sanatseverin ilgisini çekecek, merakını uyandıracak yapıtlarla dolu bir sergi gezdik ki, bir noktada, başlıkta ve ilk cümlede yazan düşüncelere gark olduk. Belki aklınıza "zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış" özdeyişimiz gelmiştir. Derim ki, çenemizi yoran alınıp biriktirilmiş, korunmuş sanat eseri olsun, ne gam!

Aşağıdaki fotoğraflarda sergideki yüzlerce yapıttan, yerleştirmeden sadece çok azını göreceksiniz, Bilemiyorum, acaba sergi hakkında doğru izlenim edinmenize yardımcı olacaklar mı, yoksa tersi mi olacak?

Diyeceğim, İstanbul'da iseniz bu sergiyi görmek için zaman ayırabilirseniz, yukarıdaki özdeyişten ayrı olarak, mali açıdan değilse  de zihinsel ve estetik zenginleşme yaşayacaksınız. 

Özürlü not:
Eserlerin sanatçılarını kaydetmemiş olmaktan dolayı eksik bilgi vermiş oluyorum, kusuruma bakmayınız.



Albrecht Dürer'in 1515 tarihini taşıyan klasik eseri, Gergedan



Kesilmiş kağıttan yapılmış, üç boyutlu görünen objeler



Meltem Işık, Aynı Nehirde Bir Daha serisinden



Camille Pisaro'nun Bulvar resminden esinlenilerek üretilmiş köşe resmi



Sergideki "yeniden üretilmiş" eserlerden en çok sevdiğim, " Bu da mı geçer yahu! " el yazması



Gerçeklik algısı üzerinde oynamak, zıplayan adam fotoğrafı